Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğim söyleşi, 1 Nisan 2022 tarihinde Venezuela Analysis’te yayımlandı. Geçen sene, eşi Utsa Patnaik’le birlikte emperyalizm üzerine dikkat çekici bir kitap yayımlayan Prabhat Patnaik, genel olarak ekonomik yaptırımların, özel olaraksa son dönemde Rusya’ya karşı uygulanan ekonomik yaptırımların tam da neoliberalizmin kendi koyduğu kuralları bozduğunu ve bunun bir tür merkezsizleşmeye yol açacağını ileri sürüyor. Tam bu noktada, bir başka marksist iktisatçı Michael Roberts’ın yakın zamanda yazdığı bir makaleyi hatırlatayım: Roberts, dolar egemenliğinin sonuna gelip gelmediğimizi incelediği yazısında, doların göreli düşüşünün gerçek olduğunu, fakat doların yerine geçebilecek bir uluslararası para biriminin hâlâ olmadığını savunuyor. Ama devamı var. Roberts’a göre, dört büyük uluslararası para biriminin (dolar, euro, sterlin, yen) düşüşü, çok daha küçük para birimlerinin rezervlerinin artmasıyla paralel gidiyor. “Geleneksel olmayan rezerv para birimleri” denen bu birimlerin arasında Avustralya doları, Kanada doları, Çin renminbisi, Kore wonu, Singapur doları ve İsveç kronu gibi para birimleri yer alıyor. Roberts’ın tahmini, dünyanın bir Doğu-Batı para birimleri bölünmesine değil, para rezervlerinin parçalanmasına doğru gittiğidir. Buradan Keynesyen bir uluslararası ekonomik düzen değil, daha anarşik bir yapı çıkacak, hele de kapitalist kârlılığın tarihsel dip noktasına doğru gittiğimiz düşünülürse.
Bu gözlemler, Patnaik’in bölgesel, yerel ve ikili düzenlemeler çağına ilişkin tespitleriyle uyumlu görünüyor. Uyumsuz olan kısmı ise, petrolün ruble karşılığı ödenmesinin rubleyi dolaylı olarak uluslararası rezerv para haline getirebileceği düşüncesi. Patnaik, Rusya’nın yaptırımlara vereceği tepkileri abartma eğiliminde görünüyor. Örneğin, yabancı şirket varlıklarının millileştirilmesi hususunda Patnaik umutlu görünüyor; ona göre bu Sovyet tarzı ekonomi politikaları anlamına gelecek. Bununla birlikte, Rusya liderliğinin, Ukrayna savaşının başında bir karşı önlem olarak ortaya attığı millileştirme meselesini hızla rafa kaldırdığı görülüyor. Patnaik, sonucu Rusya’daki sınıf mücadelelerinin belirleyeceği kaydını düşerek, Rusya’nın, sosyalist kalkınma deneyiminden de faydalanarak, savaş ekonomisine geçmiş bir devlet kapitalizminin mümkün olduğunu düşünüyor. Peki, Rusya kapitalizminin bu kadar geniş bir hareket alanı var mı? Ben olduğunu düşünmüyorum: Avrupa, Rusya için hâlâ elzemdir. Rusya’nın tepsi gibi batıdan doğuya rahatça taşınabilmesi bana mümkün görünmüyor; Çin hariç, Rusya sermayesinin doğuda kendini derhal istinat bulacağı fikri, Pakistan ve Hindistan gibi devlerle olan ticaret hacmine ve yatırımlarına bakıldığında değerinden yitiriyor. Nitekim, yukarıda linkini verdiğim makalede, ithal ikameci bir ekonomi modelinin zorluğu anlatılıyor. Bu, Rusya için bir varlık krizi anlamına gelir: Kapitalist Rusya’nın, bir entite olarak Rusya’nın ulusal varlığını da krize sokması hiç de afaki değildir.
Öte yandan, Patnaik’in analizinin bir “Üçüncü Dünyacılığa” bağlanması, bana kalırsa zayıf karnını oluşturuyor. Strateji, “metropol” ile metropol olamayan yarı-çevrenin (Rusya) didişmesinden aralanan pencereye dayanıyor. Kanımca, Patnaik’in hayal ettiği bir tür bulanıklık, yahut sosyalizmin gölgesi; aslında tasarladığı şey, “Bağlantısızlar” merceğinden kırılarak geçen bir tür “kapitalist olmayan yol.”
Yaptırımlar ve Dünya Ekonomik Düzeni: Prabhat Patnaik ile Söyleşi
Cira Pascual Marquina
1 Nisan 2022
Yeni Delhi Jawaharlal Nehru Üniversitesi Ekonomik Çalışmalar ve Planlama Merkezi’nde onursal profesör olan Prabhat Patnaik, marksist bir iktisatçı ve siyasi yorumcudur. Haziran 2006 ile Mayıs 2011 arasında Kerala Eyalet Planlama Kurulu’nun başkan yardımcısı olarak görev yaptı. 2008 krizini takiben, küresel mali sistem için reform tedbirlerini hedefleyen Birleşmiş Milletler’in (BM) Joseph Stiglitz başkanlığındaki görev gücünün parçasıydı. Venezuelanalysis’e verdiği bu mülakatta, Venezuela ve diğer ülkeler üzerindeki yaptırımların kimi zaman umulmadık etkileri hakkında bilgi ediniyoruz.
Batılı güçlerin buyruklarını takip etmeyi reddeden ülkelere karşı hibrit emperyalist savaşta yaptırımlar neden bu kadar önemli bir silah haline geldi?
Yaptırımların emperyalizme kafa tutan ülkelere karşı silah olarak kullanılmasını mümkün kılan, bugün hüküm süren uluslararası ekonomik düzendir. Emperyalizm bu düzeni dünyaya dayattı ve bunu yaparak yaptırımlar yoluyla dünyayı emperyalist baskıya açtı. Fakat ironiktir, dünyada hüküm süren ekonomik düzenin kuyusunu kazan da tam olarak budur. Başka bir deyişle, yaptırımları etkili kılan bu ekonomik düzenin kuyusu, aynı zamanda bu yaptırımlar tarafından kazılmaktadır. Açıklamama izin verin.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sömürgecilikten, yarı-sömürgecilikten ve bağımlılıktan yeni kurtulan birçok Üçüncü Dünya ülkesi sömürge düzeni tarafından birincil emtia üreticileri olarak entegre edildikleri uluslararası ekonomiden kopmaya çalıştı. Kendilerini metropolden mamul [mal] ithalatına karşı korudular ve ekonomilerini çeşitlendirme aracı olarak ithal ikameci sanayileşmeyi yürüttüler. Ve emperyalistlerin hükmettiği ekonomik düzenin parçası olmayan Sosyalist Blok ülkeleri vardı ve Üçüncü Dünya ülkelerine, ekonomilerini çeşitlendirerek bağımsızlıklarını savunmalarında yardım etmeye hevesliydi.
Bu nedenle, emperyalistlerin hakimiyetindeki o dönemki düzen herkesi kapsamıyordu. Ülkeler ekonomilerini çeşitlendirme, kendi kendine yeterli olma ve hammadde kaynakları üzerinde kontrol sağlayarak metropol sermayesinin pençesinden kurtarma girişiminde bulunuyorlardı. Hâlâ İkinci Dünya Savaşı’nın zayıflatıcı etkisinden muzdarip ve (Winston Churchill gibi emperyalist politikacıların şiddetle karşı çıktığı) dekolonizasyon talebine boyun eğmek zorunda kalan emperyalizm, henüz dünyaya herhangi bir ekonomik düzeni dayatacak kadar güçlü değildi.
Ülkelerin ticaret kısıtlamaları ve sermaye kontrolleri uygulayabileceği Bretton Woods Sistemi, emperyalist egemenliğin amacına hizmet edemeyecek kadar müsamahakârdı. Emperyalizm elbette “ekonomik dekolonizasyonu” engellemeye çabaladı, fakat beceremeyeceği bir ekonomik düzen uygulaması yoluyla değil, örneğin Guetamala’da Jacobo Arbenz’e ve İran’da Muhammed Musaddık’a karşı olanlardaki gibi darbeler aracılığıyla denedi.
Böyle bir durumda yaptırım koymak pek az anlam ifade edebilirdi. Bir ülke başka bir ülkeye yaptırım uygularsa, yaptırım uygulanan, öteki ülkelerle her türlü anlaşmalara girebileceği ve gireceği için pek de sıkıntı çekmezdi. Dünyada emperyalistlerin hakimiyetindeki bir ekonomik düzen olmadığından, çok sayıda düzenleme mümkündü. Dolayısıyla hiçbir ülke gerçekten acı verecek yaptırımlar uygulayamazdı.
Fakat mal, hizmet ve finans dahil sermayenin ülke sınırlarının ötesinde nispeten serbest dolaşımı anlamına gelen uluslararası finans kapitalin himayesi altında neoliberal ekonomik düzenin dayatılmasıyla birlikte işler değişti. Ülkelerin ithalata bağımlılığı kayda değer biçimde büyüdü. Benzer şekilde ülkelerin, özellikle Üçüncü Dünyadakilerin doğrudan yabancı yatırımlara bel bağlaması, ödemeler dengesi üzerindeki cari işlem açıklarını sürdürebilmek için ülkeye finansal girişleri esas aldıkça adamakıllı arttı. Bu durumda yaptırımlar gerçekten acı verebilir ve güçlü bir enstrüman haline geldiler. İthalata ve sermaye girişine bağımlılık yaptırımları etkin kılar.
Size bir örnek vereyim. Hindistan, gıdada kendine yeterliliğinden vazgeçmesi ve toprak kullanımını besin ürünleri üretiminden metropol tarafından talep edilen öteki tarımsal ürünlerine yönelmesi hedefiyle Dünya Ticaret Örgütü aracılığıyla ABD’den yoğun baskı altındadır. Hindistan bu baskıya şimdiye kadar direndi. Fakat Hindistan buna fiilen boyun eğseydi, o durumda Batı’dan gelecek yaptırımlar karşısında son derece savunmasız olurdu. Afrika’daki birçok ülke bu baskıya boyun eğdi ve tahıl gibi temel bir metanın ithalatı için bile emperyalizme bağımlı hale geldi; hiç de sürpriz olmayan bir şekilde emperyalist baskıya karşı savunmasız hale geldiler.
Böylece, neoliberal düzenin tesis edilmesiyle birlikte yaptırımlara karşı kırılganlık ve dolayısıyla yaptırımların gücü artmıştır.
Yaptırımlar, “serbest ticaret” yönlendirilmiş ve kontrollü ticaretle değiştirildiği yeni bir dünya düzeni dayatmanın bir yolu olabilir mi?
“Serbest ticaret”in “yönlendirilmiş ve kontrollü ticaret”le böyle değiştirilmesi, yeni bir dünya ekonomik düzeninin dayatılması ile eş anlamlı olmayacak. Başka bir deyişle, yaptırımların sık kullanımı dünya ekonomisini neoliberal düzenden yalnızca uzaklaştıracak, yeni bir düzene değil, ama ellilerde ve altmışlarda vuku bulduğu gibi, çok sayıda ad hoc düzenlemelere doğru. Kapitalizm idaresinde “düzen” zorunlu olarak emperyalizmin tahakkümünü gerektirir. Emperyalizm tarafından sık sık yaptırımların kullanılmasının ülkeleri sadece neoliberal düzenden değil, aynı zamanda emperyalistlerin hakimiyetindeki herhangi bir düzenlemeden de uzaklaştıracağına inanıyorum.
Emperyalizmin dayattığı yaptırımlar, emperyalistlerin hakimiyetindeki düzeni büsbütün baltalıyor. Bir örnek vereyim. Neoliberal politikaları benimsemeden önce Hindistan’ın Sovyetler Birliği ve diğer Doğu Avrupa sosyalist ülkeleriyle “rupi ödeme düzenlemesi” denen bir anlaşması vardı; bunun gereğince, ana uluslararası rezerv para birimi ABD doları, muhasebe işlemlerinin tahakkukunda veya ticaretle ilgili işlemlerin onun cinsinden ifade edildiği hesap birimi olarak bile kullanılmıyordu. Kısacası dolar, bu “rupi ödeme düzenlemelerinde” ne dolaşım aracı, ne de hesap birimi olarak kullanılıyordu. Bunun yerine, ikili ticaret Hint rupisi (veya rupiye karşı döviz kuru sabitlenmiş Rus rublesi) cinsinden ifade edildi; ve bir ülke lehine diğerine karşı oluşan ticaret bilançoları hemen mahsup edilmiyordu. Üstelik dolar bu bilançoların mahsubuna bile girmiyordu; bunlar devrediliyor ve bir süre ikili olarak mahsup ediliyordu.
Bütün fikir, hiçbir ülkenin diğerine ihracatının doların yokluğuyla sınırlandırılmamasını sağlamaktı. Son derece mantıklı bir düzenlemeydi. Eğer A ülkesinde B ülkesinin ihtiyacı olan mal varsa, veya tam tersi, bu durumda her birinin, gerekli dolarları kazanmak için C ülkesine yeterince ihracat yapmadığından bu karşılıklı yarar sağlayan mübadeleden yoksun kalması saçma görünüyor; yani, metropole veya dolar elde edebilecekleri ülkelere ihracat kanalıyla yeterli dolara sahip olmuyorlar.
Fakat neoliberalizm bu tür düzenlemelerin tümüne tamamen karşıdır ve “birleşik” bir döviz kurunda ısrar eder. Döviz piyasası da dahil olmak üzere herhangi bir piyasada her zaman tek bir fiyatı tercih eder. Buna göre, bir ülke neoliberal bir rejimi benimsediğinde bu tür tüm düzenlemelere son veriyordu. Fakat son zamanlarda, Batılı güçlerin emirlerine karşı gelen ülkelere karşı yaptırımların dayatılmasıyla birlikte, bu tür ikili ticaret anlaşmaları, yaptırımları atlatmanın bir yolu olarak bir kez daha sahneye çıktı.
İran’a uygulanan yaptırımlar, İran’ın bazı ülkelerle bu tür anlaşmalara girmesiyle bu canlanmayı beraberinde getirdi. Ve şimdi Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ardından Rusya’ya uygulanan ağır yaptırımlarla birlikte, muhtemelen daha önce hiç sahip olmadıkları bir yaygınlığa sahip olacaklar. Putin’in ABD ve Batılı güçlerin tüm dünyayı değil, onun sadece küçük bir bölümünü oluşturduğu uyarısı, köşeye sıkıştırılırsa Rusya’nın Batı yaptırımlarını aşmak için çok sayıda ülke ile ikili ticaret anlaşmalarına gireceğini gösteriyor.
Rusya’ya uygulanan yaptırımlardan en can alıcı olanı, Rusya’nın Batı’da bulundurduğu döviz rezervlerinin dondurulmasıdır. Bu, Rusya’nın artık döviz rezervlerini kullanarak değerini savunamayacağı için rublenin hemen değer kaybetmesine yol açtı; değer kaybı açıkça Rus ekonomisindeki enflasyonu hızlandıracaktır. Bu nedenle er ya da geç, bu yaptırımlar devam ettiği takdirde, Rusya rublenin konvertibilitesini askıya almak zorunda kalacak, yabancı portföyler ve doğrudan yatırımlar olmadan başarmayı öğrenecek, ithalat kaynaklarını çeşitlendirecek, ikili ödeme düzenlemelerine girecek ve teknolojik kendine yeterliliğe yönelik acil adımlar atacak.
Kısacası, Sovyetler Birliği’nin sahip olduğu türden bir ekonomi politikasına (elbette varlıkların mülkiyet biçiminde değil) yönelmek zorunda kalacak, ki bu neoliberal çağda şimdiye kadar hüküm süren dünya ekonomik düzeninin sonu anlamına gelecek. Hiç şüphe yok, bu Rusya’ya bir süreliğine zahmet verecek, fakat emperyalizm için büyük bir başarısızlık olacak, çünkü şu anda egemen olduğu dünya düzenini, egemenliği altında başka hiçbir şeyle ikame etmeden parçalayacak.
Var olan ekonomik düzenin çöküşü ve yerini bölgesel, yerel ve ikili düzenlemelerin bolluğunun alması kimsenin esefle karşılayacağı bir şey değil. Mevcut düzen, Üçüncü Dünya’nın emekçi halkının hilafınadır ve açıkça Kuzey ile Güney arasında ayrımcıdır.
Örneğin pandemi sırasında, gelişmiş kapitalist ülkeler önemli miktarda yardım ve kurtarma paketlerini finanse etmek için büyük mali açıklar verirken, Üçüncü Dünya mali kemer sıkma politikalarına bağlı kaldı. Bundan dolayı, Üçüncü Dünya hükümetlerinin halka sağladığı paketler çok küçüktü. ABD, Donald Trump yönetiminde bile Gayri Safi Yurtiçi Hasılasının yüzde onu tutarında bir pakete sahipken, Hindistan’daki paket GSYİH’nın yüzde ikisinden azdı. Pandemi sırasında dış borçlarını yenilemek isteyen diğer Üçüncü Dünya ülkeleri için, IMF kendi durumlarında çok sıkı mali kemer sıkma konusunda ısrar ettiğinden işler daha da kötüydü.
Böyle bir uluslararası ekonomik düzenin kurumsallaşması bana tiksinti veriyor. Bu nedenle, çöküşünün arkasından gözyaşı dökmeyeceğim ve onun yerine geçecek herhangi bir başka “düzen” de aynı ölçüde tiksindirici olacaktır, çünkü o da emperyalizmin egemenliğinde olacaktır. Kapitalizm koşullarında, “uluslararası ekonomik düzen” terimi, Üçüncü Dünya emekçileri için zorunlu olarak emperyalizme boyun eğmek anlamına gelir. Bu nedenle, herhangi bir yeni uluslararası ekonomik düzen yerine “güdümlü ticaret” sağlayan çok sayıda yerel ve ikili düzenlemeyi memnuniyetle karşılarım.
Ayrıca, “uluslararası düzen”in olmadığı bir durumda, ulus-devlet, kendi seçeceği ekonomik politikaları (küreselleşmiş sermayeyi memnun eden politikalar yerine) izlemede bir miktar özerkliğe sahip olacaktır, böylece emekçiler bazı Üçüncü Dünya ülkelerinde devlet iktidarını ele geçirirlerse, onu kurtuluşlarına doğru gerçek bir ilerleme kaydetmek için kullanabilirler.
Venezuela örneğinde –uygulanan çoğu ülkede olduğu gibi– yaptırımlar hükümeti devirmeyi başaramadı ama ekonominin de facto liberalleşmesini beraberinde getirdi. Küba örneğine bakarsak, burada da yaptırımlar nedeniyle daha radikal sosyalist politikaların izlenmediği aşikar ve yaptırımlar daha fazla güncel reformu tetiklemiş olabilir. Yaptırımların gerçek hedefi (veya hedeflerinden biri) ekonominin “kapitalist normalleşmesi” olabilir mi?
Burada bir tarafta Venezuela ve Küba gibi ülkelerle, diğer tarafta ise Rusya gibi ülkeler arasındaki farkı belirtmeliyiz. İlk baştakiler sosyalist veya sosyalist bir yönde ilerleyen ülkeler, ama Rusya kapitalizmin geliştiği bir ülke. Aynı zamanda Venezuela ve Küba ithalata ziyadesiyle bağımlı küçük ülkelerken Rusya, yalnızca geniş değil aynı zamanda çevrelenme ve saldırganlık karşısında kendi kendine yeterliliği inşa etmeyi hedefleyen yetmiş küsür yıllık azımsanamayacak bir sosyalist kalkınma deneyimledi. İki örnek arasındaki büyüklük farkına, devraldıkları miraslardaki fark da ekleniyor.
Nispeten çeşitlendirilmemiş küçük ekonomilere yönelik yaptırımlar, onlar üzerinde sadece hemen değil, belirli bir süre boyunca yıkıcı bir etkiye sahip olabilir. Sanki yaptırımlara yanıt olarak, ilk zorluk döneminden sonra ithal ikamesi yoluyla yeterli bir savunma oluşturabileceklermiş gibi. Büyüklükleri buna imkân vermez. Bu nedenle, onların durumunda, sosyalizme doğru gidişte bir miktar uzlaşma, bir dereceye kadar geri çekilme gerekli olabilir, fakat bunu söyledikten sonra, insanın şimdiye kadar gösterdikleri dayanıklılığa ister istemez hayran kaldığını da eklemeliyim.
Gelgelelim daha düne kadar sosyalist bir süper güç olan Rusya örneğinde, işler büsbütün farklıdır. Geçici bir zahmet olsa bile, bunu Rus ekonomisinin mükemmel bir şekilde üstlenebileceği üretim yapısının çeşitlendirilmesi izleyecektir. Böyle bir çeşitlendirme, Sovyetler Birliği’ni karakterize eden bazı önlemlerin yeniden alınmasını gerektirecektir. Başka bir deyişle, tam da Rusya kapitalist bir ekonomi olduğundan, ona karşı yaptırımlar, tersine, onu sosyalist bir yönelime itme sonucunu verecektir.
Bir örnek vereyim. Birçok yabancı şirket, Batı’nın Rusya’ya uyguladığı yaptırımların ardından Rusya’dan ayrılıyor. Rusya yakında bu şirketlerin varlıklarıyla ne yapacağına karar vermek zorunda kalacak. Bir şirket Rusya’dan ayrılırsa, derhal varlıklarını millileştirmekten başka bir alternatif kalmayabilir. Şimdi, millileştirme açıkça sosyalist bir önlemdir ve Rus egemen yönetici çevrelerinin bir şeyleri millileştirmeye yönelik zerre arzusu olmayabilir; gerçekten de Rus ekonomisini özelleştirmeye heveslilerdi. Yine de koşullar onları en azından bir süre için böyle bir sosyalist önlemi benimsemeye zorlayabilir.
Bundan dolayı yaptırımlar her zaman “kapitalist normalleşme”yi üretme sonucu doğurmaz. Sosyalizme yönelen bir ülkede bu etkiyi yaratabilirler, ama eğer kapitalist bir ekonomiye karşı yönelmişlerse, onu “kapitalist normalleşme” uzağa itmek, daha radikal ve hatta sosyalist önlemleri benimsemeye yönelmek gibi ters bir etkiye sahip olabilirler.
Elbette şimdiye kadar yaptırımlar genellikle ya sosyalizme doğru ilerleyen ya da İran gibi en azından heterodoks olan ekonomilere karşı uygulandı. Dört başı mamur bir kapitalist ekonomiye karşı kullanıma sokulmamışlardı. Emperyalist ülkelerin dört başı mamur ve güçlü bir kapitalist ülkeye karşı yaptırımları kullanıma soktuğu Rusya örneği kendi türünde bir ilktir. Burada “kapitalist normalleşme” mümkün değildir; ama ne ölçüde heterodoks önlemlerin, radikal önlemlerin ve hatta sosyalist önlemlerin benimsenmesine doğru itileceğini görmek gerekiyor. Bununla birlikte, Batı yaptırımlarına karşı önlemlerinin bu genel doğrultuda olması gerekecek.
Elbette Rusya’nın kapitalist gelişim güzergahının zorunlu olarak sona ereceğini ileri sürmüyorum. Sosyalizm yalnızca emekçi halkın devrimci mücadelesi yoluyla ortaya çıkar, kapitalist bir ülkenin egemen yönetici çevrelerinin politika tercihleri yoluyla değil. Dolayısıyla burada muhtemel sosyalist önlemlerden bahsettiğimde, yaptırımlar nedeniyle bazı zorunluluklarla karşı karşıya kalan Putin’in eylemleriyle sosyalizmin Rusya’ya geri döneceğini ileri sürmüyorum; yaptırımlar sonrasında Rusya’nın sosyalist geçmişini hatırlatan bazı önlemlerden bahsediyorum sadece. Bu başlangıçtan sonra neyin geleceği ve durumun nereye evrileceği Rusya’daki sınıf mücadelelerine bağlıdır.
Buradaki mesele basitçe şudur: Emperyalist yaptırımların farklı ülkeler üzerindeki etkisi hiçbir şekilde tek tip değildir; büyüklüklerine ve tarihlerine bağlı olarak ülkelere göre değişir.
Batı yaptırımları, yaptırım uygulanan ülkeleri istemeden de olsa halkanın dışına itebilir. Venezuela örneğinde, ABD yaptırımlarının Karayip ülkesini Türkiye, Çin, Rusya ve İran’a yaklaştırdığına şüphe yok. Şimdi, Rusya’ya uygulanan yaptırımlarla birlikte, onu Çin’le yakınlaşmaya itebilir ve bu, yaptırım uygulanan ülkenin doların etki alanının dışına çıkarabilir ve periferideki finansal sistemlerin gelişmesine yardım edebilir. Bunun hakkında daha fazla ne söyleyebilirsiniz?
Benim görüşüme göre söylediğiniz şey tamamen doğrudur. Yukarıda yaptırımlar nedeniyle revaçtaki bölgesel, yerel ve ikili düzenlemelerin emperyalizm tarafından dayatılan “dünya düzeni”nin altını oyduğuna değinmiştim. Buna ek olarak, Rusya’nın yakın zamanda attığı henüz bahsetmediğim bir adım, bu “dünya düzeni”ne daha da büyük bir tehdit oluşturuyor; o da, Rusya’nın petrol ihracatı için ruble olarak ödenmesindeki tasarlanmış ısrarı.
Bu, şimdiye kadar önerilenlerin çok ötesinde ve derin bir öneme sahip. Batı’nın Rusya’nın döviz rezervlerine el koyması nedeniyle ruble dolar karşısında yüzde 40’a varan değer kaybetti. Bu bağlamda, Rusya’nın teklifi önem kazandı, çünkü bu alıcı ülkeleri aldıkları şeyi ödemek için ruble talep etmeye zorlayacak ki rublenin fiyatındaki derin düşüşü tersine çevirsin.
Normal tepki, petrol ihracatına karşılık dolar elde etmek ve ardından bu doları rubleyi desteklemek için kullanmak olurdu. Ne var ki Rus bankalarının SWIFT sisteminden çıkarılması ve Rusya’nın döviz rezervlerine el konulması göz önüne alındığında, önümüzdeki günlerde bile petrol ihracatı karşılığında kazanılan doların rubleyi dengelemek için kullanılıp kullanılamayacağı net değil. Rusya’nın petrol ihracatının ruble olarak ödenmesinde ısrarı, Batılı para birimleri karşılığında ruble talebini artırma ve dolayısıyla ruble kurunu Rusya Merkez Bankası yerine Rusya’dan petrol ithal eden ülkeler tarafından destekleme yükümlülüğünü getiriyor.
Fakat bu hamlenin rublenin değerinin düşmesi sorununun ötesinde bir önemi var. Bu, rubleyi desteklemek için petrol formunda bir meta sağlamak anlamına geliyor. Rusya belli başlı bir petrol üreticisi ve ihracatçısı olduğundan –ve Avrupa Birliği yakın gelecekte şu anda bağımlı olduğu Rus petrolü olmadan kolay kolay yapamayacağından– petrol, Altın Standardı döneminde altının sterlin için oynadığı rolün aynısını ruble için de oynayabilir. Bir para biriminin bu sistem altında sabit bir fiyattan altına konvertibl olması, servet sahiplerinin zihninde o para birimine olan güveni aşıladı.
Bretton Woods sistemi altında yalnızca dolar altın tarafından desteklenirken diğer para birimlerinin altına veya dolara göre mübadele kuru prensipte değiştirilebilirdi (bununla birlikte, metropol para birimleri söz konusu olduğunda, dolar karşısındaki mübadele kurları genellikle makro ekonomilerinin uygun yönetimi yoluyla korunmuştur). Bu sistemde bile, başarılı işleyişinin anahtarı, varlık sahiplerinin önde gelen para birimlerinin, özellikle de doların değerinin istikrarına olan güveninde yatmaktadır.
Şu anda, elbette dalgalı kur rejimine sahibiz. Gelgelelim böyle bir rejim yalnızca servet sahiplerinin, önde gelen para biriminin değerinin (ve daha az ölçüde diğer Batılı para birimlerinin değerlerine) emtia cinsinden değerinin nispeten sabit kalacağına güvenleri sayesinde uygulanabilir. Bu güvenin merkezinde, dalgalanmalara rağmen petrolün dolar fiyatında hızlı bir uzun vadeli artış olmayacağı anlamında, petrol fiyatının dolar bazında nispeten sabit kalacağı inancı yatmaktadır; Bunun nedeni, evrensel bir aracı olan petrolün, genel fiyat düzeyinin başlıca belirleyicilerinden olmasıdır.
Nominal ücret değerleri de uygun büyüklükte bir yedek emek ordusuna sahip olunarak nispeten sabit tutulur. Ve “enflasyon hedeflemesi”nde ısrar, enflasyonist bir atak olması durumunda ücretlerin çok hızlı bir şekilde bastırılmasını sağlar. Kısacası, fikir, doları “altın kadar iyi” bir para birimi olarak korumak, böylece onun serveti tutmak için istikrarlı bir araç olarak kalmasıdır. Ve diğer gelişmiş ülke para birimleri, uygun makroekonomik politikalar izleyerek dolar karşısında pariteyi korumaya çalışır.
Rusya'nın petrol ithalatçılarının ruble ödemelerinde ısrar etmesi, rublenin bu rolü daha da inandırıcı bir şekilde oynayabileceğine dair bir teklif anlamına geliyor; doların hegemonyasına bir tehdit oluşturuyor. Rublenin petrol cinsinden (ve dolayısıyla buradan çıkarımla diğer metalar cinsinden) fiyatı sabitlenirse, o zaman dünyanın servet sahipleri, en azından bazıları, servetlerini dolar yerine ruble olarak tutmaya cezbedeceklerdir, bu dolar için bir gerileme olacaktır.
Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, Rusya’nın bu ısrarının galebe çalmasına izin verilmeyeceğini açıkça ilan etti, fakat Avrupa Komisyonu bu konuda hiçbir şey yapacak durumda değil. Rusya, alımların ruble ile ödenmesinde ısrar ederse, Avrupa'nın Rus petrolünü almasını pek az azaltabilir.
Aslında ironik biçimde, yaptırımlar uygulandığından beri Avrupa’nın Rus petrolünü ithali bilfiil arttı. Bunun nedeni, petrol kıtlığı beklentisinin uluslararası piyasada spot ham petrol fiyatlarını artırarak Rus ham petrolünü çok daha ucuz hale getirmesidir; Avrupa açıkça bu durumdan yararlanmak istiyor. Biden’ın, yaptırımları Rusya’nın Avrupa’ya yaptığı ham petrol ihracatını kapsayacak şekilde genişletme çabaları (şimdiye kadar yalnızca Rusya’nın ABD’ye petrol ihracatı yasaklanmıştır) bozguna uğradı. Avrupa ülkeleri ne petrolsüz kalacak ne de petrol ithalatı için kazık yiyecekler; bu nedenle Rus petrolünü boykot etmeye isteksiz olacaklar. Doğrusu, Biden’ın böyle bir boykota doğru ilerleme kaydetmeyi amaçlayan son Avrupa gezisi tam bir başarısızlıkla sonuçlandı.
Aynı zamanda ABD, dünya Rus petrolü olmadan yapabilsin ve kıtlık yaşanmasın diye, yaptırımlar yoluyla hedef aldığı Venezuela ve İran’ı petrol üretimini ve ihracatı artırmaları için ikna etmeye (Suudi Arabistan’a baskı yaptığı gibi) çalışıyor. Fakat bunu başarması için, tabii yapabilirse, ABD’nin siyasi bir bedel ödemesi gerekiyor; mesela Venezuela örneğinde, layıkınca seçilmiş başkan Maduro’nun yerine Juan Guaido’yı başkan olarak desteklemeyi denedi. Venezuela ile müzakere için bir ön koşul olarak bu tür tüm entrikalardan vazgeçmek zorunda kalacak. Aynı şekilde İran’la müzakerenin şartı olarak İran Nükleer Anlaşması’ndaki manevralarından da geri adım atmak zorunda kalacak. Dolayısıyla ödemesi gereken siyasi bedel, daha dün saldırdığı ülkeler karşısında tükürdüğünü yalamasına denk olacaktır.
Bu nedenle, daha derin bir düzeyde, bugün tanık olduğumuz şey, dünya meselelerinde ABD hegemonyasının sonudur. Bu hegemonyayı korumaya yönelik umutsuz girişimleri, Ukrayna krizinin altında yatan nedendir (Batı Avrupa ile Rusya’ının arasını açmak istediği için ve bu nedenle Batı Avrupa’nın Rus saldırganlığından dolayı tepki olarak ABD’nin izinden için “ayıyı kışkırtmaya” devam etmek istediğinden); fakat bu krizin ardından aldığı tedbirler, yani Rusya'ya uyguladığı yaptırımlar, hem ekonomik hem de siyasi açıdan bu hegemonyanın altını oyuyor.
Bunu söylemek, ABD’nin yerine başka bir ülkenin bu hegemonyayı uygulayacağı anlamına gelmez. Daha ziyade, şimdiye kadar bildiğimiz hegemonyanın hiç kimse tarafından uygulanmayacağı bir dönem anlamına gelir. Yakında, dünya emperyalizminde, neoliberal düzenin şimdiye kadar engellediği devrimci praksis için fırsatlar yaratacak bir düzensizlik dönemine tanık olacağız. Üçüncü Dünya’nın emekçileri, açılmakta olan bu fırsatlardan yararlanmalıdır.